Bugüne kadar keşfedilen bütün türlerin ve bütün fosillerin ara geçiş türü olduğu tespit edilmiştir!
"Bir dakika! Nasıl yani? Nasıl tüm fosiller ara geçiş türü olur? Hatta sadece fosil bile demiyorsunuz, türler diyorsunuz!"
Bu cihazlar esasen evrenin hayalet parçacıklarından bazıları olan nötrinoları görmek için kullandığımız gözlerimiz gibi bir şey. Bunların ana görevi, bu leptonik varlıkların kütle hiyerarşisi gibi temel ayrıntılarını, kendi kendilerinin karşıt parçacığı olup olmadıklarını (yani Majorana mı yoksa Dirac parçacığı mı olduklarını) ve o acayip çeşit (tür) salınımı sihirlerini nasıl gerçekleştirdiklerini, yani elektron, müon ve tau kimlikleri arasında nasıl geçiş yaptıklarını çözmemize yardımcı olmak. Bunun ötesinde bunlar bir nevi kozmik dedektifler; çekirdek çöküşlü süpernovalar gibi yıkıcı olaylardan ya da aktif galaktik çekirdekleri (özellikle jetleri bize doğru yöneldiğinde blazarları) besleyen süper kütleli kara deliklerin civarından fırlatılan nötrinoların kokusunu alırlar.[1] Bu astrofiziksel nötrinoları yakalayarak, evrenin en aşırı hızlandırıcılarına ve potansiyel olarak rekombinasyon dönemine veya baryon asimetrisi problemini çözebilecek süreçlere benzersiz bir bakış atmış oluyoruz.
Peki neredeyse her şeyin içinden vızır vızır geçen bir parçacığı nasıl yakalarsın? İşte bu da haliyle biraz zor. Nötrinolar zayıf nükleer kuvvet aracılığıyla çok etkisiz bir şekilde etkileşime girdiğinden, bu dedektörlerin devasa olması ve genellikle sinir bozucu kozmik ışın müonlarından ve diğer radyojenik arka planlardan korunmak için yerin derinliklerine gömülmesi gerekiyor. Çok yaygın bir teknik, Super-Kamiokande veya IceCube'de olduğu gibi, ultra saf su veya buzla dolu devasa tanklar kullanır. Bir nötrino, çok küçük bir ihtimalle, dedektör ortamındaki (elastik saçılma veya enerjiye bağlı olarak derin inelastik saçılma yoluyla) bir çekirdeğe veya elektrona çarptığında, yüklü bir lepton (elektron veya müon gibi) üretebilir.[2][3] Eğer bu lepton o ortamdaki ışık hızından daha hızlı hareket ediyorsa (yani faz hızı c/n'yi aşıyorsa), Çerenkov ışıması adı verilen koni şeklinde mavimsi bir ışık yayar. Bu ışık daha sonra, fotonları tespit edilebilir elektrik sinyallerine dönüştüren aşırı hassas fotoçoğaltıcı tüpler (PMT'ler) veya silikon fotoçoğaltıcılar (SiPM'ler) dizisi tarafından yakalanır. Diğer dedektörler, nötrino etkileşimlerinin küçük ışık parlamaları ürettiği sıvı sintilatörler veya yüklü akım (CC) ya da nötr akım (NC) nötrino etkileşimlerinde üretilen yüklü parçacıkların bıraktığı iyonlaşma izlerinden parçacık yollarının neredeyse kabarcık odası benzeri 3 boyutlu yeniden yapılandırılmasına olanak tanıyan sıvı argon zaman projeksiyon odaları (LArTPC'ler) kullanır.[4]
DUNE (Derin Yeraltı Nötrino Deneyi) ve Hyper-Kamiokande gibi yeni nesil deneyler, nötrino kütle sıralamasını (bu bir normal hiyerarşi mi yoksa ters hiyerarşi mi?) kesin olarak belirlemeyi ve lepton sektöründe CP ihlalini (madde-antimadde asimetrisini açıklayabilecek hayati bir ipucu) araştırmayı hedefliyor. Aynı zamanda Samanyolu'muzda gerçekleşecek bir sonraki Tip II süpernovadan gelecek nötrino patlamasını yakalamaya hazır, süper hassas galaktik yangın alarmları olacaklar ve bize yıldız ölümü ile r-süreci nükleosentezi hakkında eşi benzeri görülmemiş gerçek zamanlı bir görünüm sunacaklar. Artı, steril nötrinolar – zayıf kuvveti bile hissetmeyen hipotetik nötrinolar – için devam eden bir arayış ve Parçacık Fiziği Standart Modeli ötesindeki diğer egzotik fizik olaylarını araştırma çabası da var.[5] Hatta bazı bilim insanları, nötrinoları Yer tomografisi için kullanmayı veya özel nükleer materyallerin yayılmasının önlenmesi amacıyla nükleer reaktörleri izlemeyi bile düşünüyorlar.[6]
Bugüne kadar keşfedilen bütün türlerin ve bütün fosillerin ara geçiş türü olduğu tespit edilmiştir!
"Bir dakika! Nasıl yani? Nasıl tüm fosiller ara geçiş türü olur? Hatta sadece fosil bile demiyorsunuz, türler diyorsunuz!"
Bilimin iletişim yollarından en önemlisi, akademik makalelerdir. Bilimsel cemiyetin kalbinde yer alan akademik makaleler, bilim insanlarının birbirleriyle ortak bir zeminde iletişim kurmasını ve fikirlerini kavga gürültü olmaksızın, sakin ve soğukkanlı bir şekilde, sistemli ve objektif bir biçimde birbirlerine aktarmalarını sağlar. Eğer bilimi tam olarak anlamak veya herhangi bir akademik çalışma yoluyla bilime katkı sağlamak istiyorsanız, akademik makale yazımını ve okunmasını öğrenmeniz bir tercih değil, bir zorunluluktur.
Akademik makaleler, bir bilim sahasındaki en güncel bilgileri içeren kaynaklardır. Dolayısıyla bir bilim sahasını öğrenmeyi, kendinizi o alanda geliştirmeyi, o alana katkı sağlamayı istiyorsanız; o bilim sahasındaki güncel durumu ve halen açıklanamamış konuları tespit etmek için akademik makaleleri didik didik etmeniz ve dikkatlice okumanız gerekir. Bu, bilimin en heyecan verici taraflarından biridir: Bir akademik makale, bir soruya cevap verirken, birçok yeni soruyu da doğurur; çünkü bilim, daha önce de izah ettiğimiz gibi, tamamlanmamış bir yolculuktur. Bu nedenle akademik bir makaleyi okuduğunuzda, sadece o makalede keşfedilenleri değil, aynı zamanda o sahada veya o çalışmada açık kalan noktaları da görmeniz mümkün olacaktır. Böylece o açıklara odaklanabilir, yeni keşifler yapabilir veya yapılan keşiflerin eksiklerini keşfederek bilimin gerçeğe bir adım daha yaklaşmasını sağlayabilirsiniz.
Son 35 yılda yürütülen bir dizi ulusal kamuoyu araştırmasına dayanan yeni bir araştırmaya göre, Amerika Birleşik Devletleri'nde halkın evrimi kabul etme düzeyi, artık kesin olarak orta noktanın üzerine çıkmayı başardı. Michigan Üniversitesi Sosyal Araştırmalar Enstitüsü'nden baş araştırmacı Jon D. Miller, şöyle diyor:
35 yılı aşkın verileri inceleyen çalışma; bilim okuryazarlığı, fen bilimlerinde üniversite dersleri almak ve bir üniversite diplomasına sahip olmak gibi eğitimsel özelliklerin, evrimin kabulünü istikrarlı bir şekilde arttıran en güçlü faktörler olduğunu gösterdi. Araştırmaya göre, evrimin kabulünü en çok arttıran faktörler sırasıyla şöyle:
Benlikler için iyi ve kötü arasında fark var mı yok mu? Sizin için iyi olabilmenin bünyeye verdiği bir 'tad' varsa benlik için iyi ve kötü bir olmayacaktır. Bu benliksel farkın nasıl oluştuğunun önemi yoktur. Bu fark varsa ve oluşmuşsa artık iyi ve kötü vardır, gerçektir, nesneldir ve sizin bünyenizdeki ikisinin etkisi de farklıdır.
Neyin iyi ve kötü olduğunu belirleyen şeyin kaynağı ise bizzat zaten sizin bir benlik deneyimine sahip olmanız. Biraz daha açarsak sizin de başkası gibi acı çekebilmeniz, zarar görebilmeniz ve sizin de örneğin adalete ihtiyaç duymanız. İyi ve kötüyü belirleyen şey bu nedenle sizsiniz, sizin kendi benliginiz, bu benliğe sahip olmanız ve bu benliğe aynı zamanda 'esir' olmanız. Diğer insanlara iyi davranmanız için bu nedenle önemli bir nedeniniz var. Çünkü siz başka insanlara iyi davranınca aslında kendinize iyi davranmış oluyorsunuz kendi benlik deneyiminizle. Bu nasıl mı oluyor?? Bunu beyniniz ayna nöronlar ile yapıyor. beyniniz ayna nöronlar ile karşınızdakinin durumunu acısını sizin bedeninize sinir sistemi yolu ile simüle eder size yansıtır ve onların iyi duygularını veya acılarını, çaresizliklerini sizin benliginize deneyimletir. İyi ve kötü soyut kavramlar değildir sizin benliginiz yolu ile biyolojinize hatta DNAnıza kadar işlemiş bir mekanizmanın sonucudur. En başta bahsettiğimiz 'tad'ın kaynağı da işte budur. Yani bünyenizde (benliginizde) iyi ve kötünün 'tadı' bir değildir. Bunu zaten hissetmeniz de mümkün. Birine iyi davranın ve iç huzurunuzu ve size verdiği duyguyu hissedin.
Benliginizdeki bu mekanizmanın nasıl oluştuğunun ise bir önemi yoktur. Ama klasik bir söylem olarak toplum yolu ile oluşma gibi basit bir duruma dayanmadığı kesindir. Çünkü toplum yolu ile beynimizdeki biyolojik kökeni olan bir mekanizma sonradan ve yaşam sürenizle sınırlı bir öğrenilmiş basit bir süreçle değil evrimsel uzun ve derin bir süreçle var olur, var olmuştur. Diğer canlıların veya insanların açısına duyarlılaşma özelliği nasıl evrimleşti. Bu nasıl başlamış olabilir. Görerek öğrenilerek olabilir ama bu görme ve öğrenme bir insanın hayatına sığacak basit bir görerek ögrenme değildir. Bu nesilden nesile insan beyninin değişip dönüşmesi ile bahsettiğimiz derin biyolojik mekanizmanın evrimsel geçmişine dayanan görme öğrenme sürecidir, görerek hissetme algılama sürecidir.
Kısacası benliginizi kriter aldığınız sürece iyi kötü kavramları vardır ve bu ikisi bir değildir.
Bütün hayvanlar hayatta kalmak, sosyal ve fiziksel ortamlarında başarılı olmak amacıyla dâhil oldukları sosyal sistemler ile etkileşim içinde olmalıdırlar. Bu etkileşim karşımıza iki şekilde çıkar: rekabet ve işbirliği. Aynı türden hayvanlar eş bulma, besin alanını koruma gibi konularda rekabet ederken; tehlike oluşturan diğer türlerle mücadele gibi konularda işbirliği yaparlar. Bu iki olgu hayvanlarda toplumsal davranışları belirler. Bu açıdan bakıldığında psikoloji ya da etoloji fark etmeksizin davranışsal yelpazenin hem psikolojik hem toplumsal hem biyolojik bir bütün olarak ele alınması gerektiği anlaşılmaktadır. Bir davranışın biyolojik temellerini anlamak, davranışı sergileyen organizmanın ihtiyaçlarını ortaya koyacaktır.
Rekabet içeren toplumsal davranışlar sonucunda bireyler, üyesi oldukları sosyal sistemlerde statü değişiklikleri yaşarlar. Hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar, bu statü değişikliklerinin beyinde ve organizmanın gen ifadesinde de çeşitli değişiklikleri de beraberinde getirdiğini gösteriyor.
Türkiye’nin bilim tarihinde iz bırakan isimlerden biri olan Prof. Dr. Engin Arık, hem bir fizikçi olarak hem de bir kadın olarak zorlu yollardan geçerek adını altın harflerle yazdırmış bir bilim insanıdır. 14 Ekim 1948’de İstanbul’da doğan Engin Arık, kariyerine adım attığı ilk günden itibaren bilime olan tutkusunu ve ülkesine duyduğu sorumluluğu her zaman ön planda tutmuştur. Onun hikayesi, azmin, zekanın ve kararlılığın birleştiği bir yolculuktur; ancak ne yazık ki bu yolculuk trajik bir şekilde sona ermiş ve Türkiye, büyük bir potansiyeli kaybetmiştir. Engin Arık’ın kariyerinin nasıl başladığını, nasıl bittiğini ve o meşhur toryum hikayesinin aslını anlamak, onun mirasını ve ülkemiz için değerini daha iyi kavramamızı sağlayacaktır.
Engin Arık’ın bilimle tanışması, henüz gençlik yıllarında İstanbul’da başladı. 1965 yılında, o dönemde Atatürk Kız Lisesi olarak bilinen ve şimdiki adıyla Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi’nden mezun oldu. Lise yıllarında gösterdiği başarı, onun bilimsel bir kariyerin kapılarını aralamasına vesile oldu. 1969 yılında İstanbul Üniversitesi’nde Fizik ve Matematik Bölümü’nden mezun olarak akademik hayatına ilk adımını attı. Aynı üniversitenin Kuramsal Fizik Kürsüsü’nde öğrenci asistanı olarak çalışmaya başladı ve burada bilime olan ilgisi daha da derinleşti. Engin Arık, teorik fizikle yetinmeyip deneysel çalışmaları da keşfetmek istiyordu; bu nedenle gözünü yurtdışına dikti.
Araştırmacılar Nature dergisinde yayınladıkları bu yeni yöntemde DNA gibi yüksek yoğunluklu bir ortamda veri kodlama hızını artırmak için moleküler düzeyde hareketli yazı tekniğini uyguladıklarını belirtiyor.[1] Bu yöntem hayati bilgilerin onlarca yıl boyunca saklanmasını uygun maliyetli hale getirerek gelişmekte olan DNA'da veri depolama endüstrisinde devrim yaratabilir. Altos Labs'de genomik uzmanı olan Kun Zhang şöyle söylüyor:
Washington Üniversitesi’nden biyofizikçi Jeff Nivala ise şöyle diyor:
“Diyelim ki o bir kişi olsun, zorunlu olarak da o kişinin felsefesi olacaktır: Oysa burada büyük bir fark var. Kimilerinde eksiklikleridir felsefe yapan, kimilerindeyse zenginlikleri, güçlülükleri. Birincilerin kendi felsefelerine gereksinimleri vardır, felsefeleri bir destek, bir sakinleştirici, bir ilaç, bir kurtuluş, bir yüceltme, bir kendilerine yabancılaşma olsa da; ikinciler içinse felsefe güzel bir lükstür, en iyi durumda, kozmik harflerini kavramlar göğüne yazmak zorunda oldukları zafer, coşkusu dolu bir minnettarlığın şehvetidir.”
Sadece tek bir kitap tanıdığını söyleyen biri, okuma biliyor olamaz.
Aslında maddi destek istememizin nedeni çok basit: Çünkü Evrim Ağacı, bizim tek mesleğimiz, tek gelir kaynağımız. Birçoklarının aksine bizler, sosyal medyada gördüğünüz makale ve videolarımızı hobi olarak, mesleğimizden arta kalan zamanlarda yapmıyoruz. Dolayısıyla bu işi sürdürebilmek için gelir elde etmemiz gerekiyor.
Bunda elbette ki hiçbir sakınca yok; kimin, ne şartlar altında yayın yapmayı seçtiği büyük oranda bir tercih meselesi. Ne var ki biz, eğer ana mesleklerimizi icra edecek olursak (yani kendi mesleğimiz doğrultusunda bir iş sahibi olursak) Evrim Ağacı'na zaman ayıramayacağımızı, ayakta tutamayacağımızı biliyoruz. Çünkü az sonra detaylarını vereceğimiz üzere, Evrim Ağacı sosyal medyada denk geldiğiniz makale ve videolardan çok daha büyük, kapsamlı ve aşırı zaman alan bir bilim platformu projesi. Bu nedenle bizler, meslek olarak Evrim Ağacı'nı seçtik.
Eğer hem Evrim Ağacı'ndan hayatımızı idame ettirecek, mesleklerimizi bırakmayı en azından kısmen meşrulaştıracak ve mantıklı kılacak kadar bir gelir kaynağı elde edemezsek, mecburen Evrim Ağacı'nı bırakıp, kendi mesleklerimize döneceğiz. Ama bunu istemiyoruz ve bu nedenle didiniyoruz.
Evrim Ağacı Akademi'yi kullanarak kendini Sahtebilim ve Şüphecilik konusunda geliştirebilirsin.
Evrim Ağacı'nın %100 okur destekli bir bilim platformu olduğunu biliyor muydunuz? Evrim Ağacı'nın maddi destekçileri arasına katılarak Türkiye'de bilimin yayılmasına güç katın.